Uzunca biraz. Bir hikâye.
Biriyle kalıyordum. Karar verdim. Kendime ev açacağım. Eşya meşya her şeyim var. Ama bolca kitap var, tıka basa kitap. O kitaplar olmasa, gidip ben gireceğim birinin yanına. Ancak malum, maddi sebepler nedeniyle cesaretim de yok fazla ev açmaya. Eşten dosttan sadece akıl geldi. İnternetten ev arkadaşı arama sitelerini önerdiler. Ben güveneceğim biri olsun istiyorum. Hiç işim düşmez; ama naçar. Kabul ettim kendimce ve birkaç kişiden mesaj aldım. İlk mesaj atanı aradım, Ege köylüsü bir oğlan. Burada bir şirkete mühendis olmuş vs. İstanbul'da kalacak yer arıyorum diyor. Ben de üç beş kelâm eder ne mal olduğunu anlarım kafasındayım. Gayet terbiyeli konuşuyor, ya da bir imaj oluşturma gayreti neyse işte.
Ben de buna tamam dedim, madem işin içine dâhil oldun, ortak olacağız. Bu durumda sana sormam gerekir nasıl bir yerde, nasıl bir evde yaşamak istersin? Beşiktaş'ta olacak işim dedi. Ben de ona İstanbul'u bilmiyorsun, kabul ama ben Üsküdar'da düzgün bir yerde ev tutabiliriz dedim. Ulaşımın kısa yollarını gösteririm sana. Aksi takdirde benimle kalma seçeneğin tehlikeye girer, zira Beşiktaş'ta kendi şartlarda kalabileceğin ortamlar bok gibidir dedim. Tamam, sen büyüksün, uyarım sana dedi. Anlaştık. Ben o gaz, fırladım, birkaç eve baktım. Ama içime de hafif bir sıkıntı çöktü. Sorumluyum artık birine karşı. Sorumluluk duygum gelişmiştir yani. Hep elemanı düşünüyorum, ona standart sağlama derdim var. Sokak sokak dolaşıyorum. Çünkü ev böyle bulunur. Derken deli bir kadının evine denk geldim. Aziz Mahmud Hüdayi civarında. Kadın beni görünce indi aşağıya, evi gezdirdi. Ev fena değil, 2 artı bir. Merkezi ve uçuk değil iki kişi için. Sonra çekti bir sandalye oturdu kadın, bana sorular soruyor. Deli deli bakmalar vs. Konuşmaya açmış. Hayatımı anlattırıyor bana. İşim yok, okul var diyorum. E sen evlen artık, napacaksın bu yaşta okulu falan diyor. Seni sevdim; sözlerin hoş, ama gözlerinde bir olmazlık görüyorum falan diyor. Böyle seciyeli şiirsel, yarı anaç yarı manyak laflar. Tövbe tövbe.
Ben kadın direndikçe abarttım, bu ev kaçarsa biteriz duygusuna girdim. Pazarlamacı karı seni. Kapora vererek kadını zor bela ikna ettim. Çıktım ve elemanı aradım, bak dedim, ikimiz adına güzel bir karar olduğunu buraya geldiğinde anlayacaksın. Tamam abicim abicim diye papağan gibi karşılık veriyor laflarıma. O zamanlar bir kız arkadaşım var, ona anlatıyorum oğlanın durumunu. O benden uyanık, sezgisi çalışır. Biraz Ege çakalına benziyor anlattıkların, köylüsü adamı ayakta siker, dikkat et falan diyor. Hatta sen diyor, sakın kendin tek başına ödeyemeyeceğin bir eve girme, satar matar, anlaşamazsınız. Ama benim o ara başım dönmüş durumda, delirme noktasındayım. Çaresizlikten ağlayacak gibi oluyorum, ağlıyorum da. Akşam ezanı sularında daha çok geliyor bu duygu.
Kızın dedikleri çok doğru; ama napsak ki diyorum. Ha bu arada kadın iki kira peşin, bir de kapora kira tutarında istiyor. Yani üç kira birden vereceğiz. Hesaplıyorum, tek başıma asla olmaz, veremem. Niyetim ben hepsini halledeyim, gelince hesaplaşırız. Niyet bu ama, gece uyumadan kız arkadaşımın sözleri "köylüsü adamı ayakta siker siker ker er r" şeklinde yankılanıyor. Sabah ben bunu aradım, durumu anlatıyorum, diyorum ki bu şekilde konuştuk ev sahibiyle, şu kadar para göndermen lazım gelmeden, ya da hemen çık gel halledelim vs. Ha diyorum, sen bu arada internetten ara araştır soruştur, kalbine bir kuşku gelmesin. Ben ekonomik açıdan her şeyi düşünüyorum senin adına. Sahiden de öyle ama.
Tamam abi falan diyor, akşam ararsın konuşuruz diyorum. Akşam aramıyor ben arıyorum, sonra bir kere daha araması gereken yerde mesaj atıyor, sen ara dercesine. İbnelik 1. Ama öğrenir bunları ya, daha yeni mezun diyorum. İktisat yapıyordur diye hakkında iyimser düşünüyorum. Derken, kadından tamam ev senindir dönüşü oldu. Artık kadına para vermem lazım. Evi kesin kiralayacağız. Arıyorum, cevap yok. mesaj atıyorum. O da yok. Kötü düşünmüyorum. Aradan bir gün geçiyor. Ama eteklerim tutuşmuş hâldeyim. Kız arkadaşım, tatlım diyor, bak işini zora sokma, doğru hamle yap, daha küçük ve hesaplı bir yere geç, falanca yerdeki kiralık eve bak, diyor. Benim için ta nereden didiniyor.
Sonra bu mesaj attı, ben aradım tabii bunu: Abi benim dediğim tarihte İstanbul'da olmam mümkün olmayacak bir 15 gün gecikme durumum var, diyor. Ee olsun, diyorum. Bunu diyor susuyor. Suskunluğu, sen her şeyi ayarla işte manasında. Bir de sesini inceltiyor ibne konuşurken. Ne nezaket ne acındırma, ikisinin arasında acayip bir ton. Ben kalp kırmama konusunda o aralar yeminliyim. Derviş meşrep peki, diyorum. Ben başımın çaresine bakayım o hâlde.
Korkunç geçen bir hafta. Kan ağlıyorum. Sonunda 1+1 evimi tutuyorum, kot ikide, rutubetli, ama merkezi. Çok ağır kirası fazla, yani o standarda göre fazla ama göze aldım, ip üstünde cambazdan halliceyim. En çok, Üsküdar sahilinde, sabahki dağıtılan çorbaya yetişip banklardan birine oturmayı ve boğaza bakarak içmeyi seviyorum. İki dakikada evden iniyorum iskeleye. Bu yüzden evimi seviyorum. Kitaplarıma yer buldum, en önemlisi de bu.
Sonbaharda oldu bunlar, kışa henüz girmiştik. Nasıl beter soğuk var. Ben de evde, gaz sobasını açmışım, sıcacık tarhanamı içiyor, kitap okuyorum. Huzurluyum. Telefon çaldı. Numara kayıtlı değil. Yanıtladım, sesini hemen aldım. Bu ibne. Gene o ses tonuyla nasıl ağlamaklı konuşuyor: Abi ben falanca tanıdın??? Tanıdım tabii diyorum. Sonra hakikaten onu tanımış olmamdan aldığı cesaretle karı gibi sesini koyveriyor. Hmm, şu akşam ezanları vaktinde bana gelen varoluşsal ağlamaklardan daha acı, şemsiyeli götlü velhasıl gayet fiziki bir acıyla ağlıyor. Abi, diyor, yeminle Karaköy'den Ortaköy'e üç saattir gidemedim, dondum, ortada kaldım, kimseye ulaşamıyorum. Nasıl saydırıyor ibne. Dertleri iki günde derya olmuş. Anlıyorum ki Ortaköy'de bir eve girmiş. Ama belli ki bunu iki günde kanırtmışlar, ee yol, kış çilesi, şehri bilememek hepsi üst üste gelmiş. Bir silkinmeyle, aklına ben gelmişim. Benim şefkat dolu, koruyucu önerilerimi hatırlamış.
Tarhana da nasıl tütüyor fincanda bunu dinlerken. Arada bir fırt alıyorum. İnsafa gelip buna bir abilik yapıyorum. Bana bak dostum, her neredeysen derhal motora bin İskeleden seni alıyorum diyorum. Sahi mi, diyor. İnanamıyor herif. Ben de evet seni alacağım, e artık evimi de görmüş olursun. Bu random sesine dönüyor, zaten eve yaklaştım abi, yarın geleyim ben bavulla diyor. Peki diyorum, evin adresini mesaj atıyorum buna. Kız arkadaşım olanı duyunca, e sen bilirsin artık diye gülüyor bana. Yerimin yurdumun oluşundan rahatlamış biçimde ama. Müşfik bir kızdı. Çok.
Ertesi gün, ben oğlanın aramasını bekliyorum. Yok. Telefona bakınca bir çağrı görüyorum. İbnenin numarası, neyse ileride bu huyu bırakması gerektiğini öğrenir hele bir gelsin de diyorum. Arayıp konuşuyoruz, iskeleden bavulunu mavulunu taşıyarak eve getiriyoruz. Evi gösteriyorum. Sofrayı da kurmuşum, Çorba, balık, salata. O göt kadar evdeki sıcaklık, ambiyans... Yok böyle bir şey. Kıymetini bilse ayaklarıma kapanır. O derece, gerçi bunu istemem elbette. Ama insan olan görür nimeti ya. Bunda sevinç o biçim. Sonradan anlıyorum ki ibne başını soktuğuna seviniyor. Atmosfer, benim gösterdiğim incelik sikinde değil. Buna, yaptığın yanlıştı demeden, tazir etmeden yaşanan süreci, sıkıntıları anlatıyorum. Neyse abi oldu işte diyor. Aha yerin burası ben de içeride yatarım, şartların olgunlaşsın kendine bir yer bulursun. Senden kapora almayacağım, senden sadece kiranın yarısını ve faturaların yarısını alacağım. Eşyaları dilediğin gibi kullanabilirsin, aha kitaplık, istediğini al oku, diyorum. Ha, diyorum, son olarak ananın babanın adını, köyünü, telefon numarasını şu panoya yaz as. Burası İstanbul, ne olur ne olmaz. Sana ulaşamadığımda tanıdığım birileri olsun. O ise kitaplığa şöyle bir bakıyor. Hepsini okudun mu abi diyor. Tam bir yarrak kafalı. Ama ben iyimserim o aralar.
Sofraya buyur ediyorum. O da ne, daha beş dakika geçmeden bir ağız şapırtısı duvarlarda şaklıyor. Allah'ım korkunç. En nefret ettiğim şey. İlk gerçek mutsuzluğum o an, gerçekten o dakika. Sorun değil yine de. Yemek yeniyor yatılıyor vs.
Kendimce bir önlem alıyorum fakat. Nedir o? Evin anahtarını ilk etapta vermiyorum ona. Zaten Beşiktaş'a, arada da Fatih'e gidip geliyor. Ben hep evde sayılırım. Gerek de yok zaten. İlk yaptığı ibnelik yüzünden bunu da dert etmiş görünmüyor. Bu anahtarı haftaya çoğaltırız diyorum. Okey abi diyor. Hep ondan önce evdeyim, yemek yapıyorum. Ya da yapmasam da dolaptan buluyor yiyor bir şeyler. Arada bir bunu dışarda karşılıyorum, dışarda yiyebiliriz diyorum, ibnenin gözler faltaşı oluyor. Benden, diyorum, sakın teklif dahi etme. Evdeyken de erkenden yatıyor, ben çalışıyorum sabaha kadar. Gözüm panoda bu arada. 4-5 gün olmuş dediğim şeyi yapmamış, ne isim var ne numara panoda. Hatırlatıyorum buna.
Bir gün 4. ya da 5. gün, bir terslik yaşadım eve gelirken. Bunu arayıp sen falanca yerde biraz bekle, 1 saat gecikebilirim diyorum. Anahtarı yaptırıyorum bir yerde. Kafede bekle işte. Değil mi? Bu gitmiş kapının önünde bekliyor dalyarak. Onu uyardığım halde. Baktım bana çıkışıyor. Sesi hafif yükseliyor. Ben de özür dilerim, gerçekten istemeden oldu, mazeret bildirdim ama gene de özür diliyorum, diyorum. Anahtarını veriyorum. Misafirim ertesi gün geliyor. Önemli bir adam, kim olduğunu bilse hazır ola geçer menfaatçi ibne. Çünkü o aralar, birilerini arayıp torpil istiyor. Arkadaşım, halden anlayan bir adam. Evde bunu görünce, hal hatır faslı yapıyor. İbnede bir trip. Arkadaşım, bana bir şey demiyor, ama anlıyordur halimden. O aralar biraz sıkıntılı olduğumun farkında. Diyor ki biz sizi fazla rahatsız etmeyelim, içeride otursak sizi kırmış olmayız değil mi? Bu ibne, ben uyuyacağım zaten diyor. O an feci sinirlendim. Kız arkadaşımın "siker" yankılanması kulağımda çınladı yeniden. Biz içeri geçtik, arkadaşıma, kusura bakma, demeye kalmadı, gülerek anlıyorum boşver dedi, sohbete devam ettik. Sonra o da ne, bu kapıya vurdu, ben işe gideceğim sabah, biraz sessiz olursanız sevinirim. Vay amın oğlu seni!!!
Ama nasıl sinirlendim o an anlatamam. Buna rağmen tamam, canım kusura bakma biz de yatıyoruz dedim, sahiden hazırlanıyorduk da. İki kişilik yatakta arkadaşımla yattık. Sabah bu gitti, ardından biz çıktık. Ama ben çok sinirliydim bu ibneye. Gözüm panoya kaydı. Bomboş. Beni takmadığı da ortada. Lan sen kimsin! diyorum içimden. Ama iyimser olmalıyım. Çünkü iyi değilim o aralar.
Akşam hiçbir şey olmamış gibi, takıldım. İşim başımdan aşkın yazı yazıyorum ha bire. Bu da bir şey demiyor. Ama evin içi soğuk, bariz ortada. Telefon konuşmalarından bir şey hissediyorum, sanki bu birilerini ayarlamış.
O sabah, erkenden kalkıyorum. Faturalar geldi, hafif tehditkar diyorum. Bu tırsak şekilde, tamam diyor. Fatura matura göstermeden doğalgaz, su, internet vs. hepsini hesaplayıp ikiye bölüyorum. Kirayı da aynı şekilde. Parayı veriyor. Bu arada parada, doğalgaz, elektirik aidatı gibi şeyler de var. 300 lira gelmiş, 150 diyorum yani. Payını ödetiyorum buna. Aidatı almıyorum, sözüm söz.
Sonra iki gün geçiyor aradan, bakıyorum, evden bir kızla çıkıyor. Benden önce gelmiş eve. E olabilir diyorum. Ertesi gün, evde kalmıyor. Sonraki gün eve gittiğimde bavulunu toplamış yola koyulmuş hâldeyken beni arıyor, daha doğrusu çaldırıyor. Diyor ki, abi sen çok meşguldün senle konuşamadım, bizim bir hoca ev ayarlamış, zaten karşı yaka bana ters kalıyordu, orada kalacağım. Ona, peki bu şimdi bu şekilde mi söylenir arkadaşım, diyorum. O da, abi bana ihtiyacın yoktu ki zaten, evi kendine göre kiralamadın mı sen abi, diyor. Üste çıkacak az daha konuşsam. Peki diyorum, uğurlar olsun. İyimser olmak lazım.
Sonra iki gün geçiyor. Bakıyorum bu arıyor, bu sefer arıyor yani harbi harbi. Açıyorum, abi Üsküdar iskeledeyim, gelebilir misin? Hay hay diyorum. Bakıyorum, yanında kız büfede yarrak emsali dikilmekte. Buyur canım, diyorum, geldim ben. Bana kızın yanında, abi diyor, doğalgaz faturan şu kadarmış, bizim birlikte ödediğimizin içinde senin aidatın da varmış deyince, kolundan hafifçe çekip, bize az müsade eder misiniz diyorum kıza. İki adım bile atmadan, bunun kola hafif basınç uygulayarak, "Senin iflahını sikerim bak amcık ağızlı!" diyorum, birkaç cümle daha. -Ama hepsi böyle kibar, İstanbul ağzıyla- sonra yürüyüp gidiyorum.
Eve gelince, kapının gölgesinde kalan bir şey dikkatimi çekiyor. Bundan kalan iki deri mont. Hmm, yokluyorum. Gerçek deri. Dalgınlıkla onları unutmuş, almamış. Günlerce telefon bekliyorum. Hani arasın da gelip alsın. Tık çıkmıyor. Deri montlar orada öylece epey bir kalıyorlar. Sonra kız arkadaşıma götürüyorum, Ege'ye. Onun köydeki dayısına hediye ediyorum. Mont cuk oturuyor dayıya. Nasıl mutlu oluyor adam, anlatamam.
0