Soruyu çok sevdim öncelikle, sorduğunuz için çok teşekkürler.Bu sorular akıllı insanların tartışmaya devam ettiği ve tartışmanın sonlanmayacağı sorular. O yüzden, akıllı insanlar da tartışsın, biz de kendi aramızda mis gibi tartışalım; ne güzel.
Önce katılmadığım yerlere geleyim. İlk olarak, durağanlığın iyi mi kötü mü olduğu da yine tartışılan bir soru. Çok akıllı adamların bir kısmı bunu ceza olarak görürken, bir kısmı da hedef olarak görüyor. Bu da cevapsız sorulardan biri.
İkinci olarak tam da o an, durağan bir an değil. Yani, 'an' tanım gereği durağan, herhangi bir an zaman içindeki bir nokta olduğundan durağan da; sizin o hissettiğiniz durağanlık tek bir an değil; kısa bir zaman süresi. Bu 'an' aslında varlığımızın tam da farkına vardığımız an. Bunun yalnızlıkla ilgisi hafif var, yalnızken veya oyalanmadığınızda bu kendi varlığından birdenbire haberi olma anını hiç yaşamayanlar var, yalnızken yaşayanlar var, sık sık yaşayanlar var, yanlarında insanlar varken birden geleni var. Bu çeşitli formlarda olabiliyor ve kişiye, hayata bakış açısında göre çeşitli tepkiler verdiriyor. Bu kavrama 'depersonalization' ya da 'hyper awareness of existence' deniyor. Bu aynı uyarana verilen tepkiler kişiden kişiye değişiyor. Bazılarında 'Boşluktayım. Nasıl yani?' diye başka bir boyuta kendi isteği dışında gönderilmiş gibi bir dehşete düşme ve korku yaratıyor. Bazılarında 'Boşluktayım, yer kaplıyorum. Oha, ben varım! Gerçekten varım' diye sevinç verdiriyor ve hatta bunu bilinçli yapmak isteyeni var. Bazılarında da 'Her şey ne kadar küçük ve anlamsız. O kadar uğraşıyoruz da ne gereği var' diye depresyona yaklaştırıcı etkileri oluyor. Dolayısıyla, herkeste ya da doğada safi korku hakim değil. Safi korku hakim olan kişinin kendi doğası. (Eğer doğru anladıysam)
'Depersonalization'dan bir sonraki adım da her şeyi bir bütün olarak ele alıp da bu hissedileni hissetmeye başlamak; yani, 'Oha, koca evren dönüyor. Hepimiz aslında boşluktayız. Her yer boşlukla kaplı' hissi. Yani, sadece kendini değil, uzayın varlığını hissetmek, uzayla birlikte bir varoluş krizi yaşamak. Tanrı da bu noktada kişiye göre yük de olabiliyor, battaniye de.
Bir de anlamadığım kısmı sorayım: Doğaya safi korku hakim olduğunda neden Tanrı problem olmaya başlıyor? Onun ara basamağı nedir? Yani, Tanrı korkuyu yarattığı için mi ölmeli? Ya da bizi korku ile baş başa bıraktığı için mi? Tanrının problem olan kısmı nerede?
Genelleme yapılır mı bilmiyorum. Bunu çalışmak lazım ama bazıları bu boşlukta Tanrıyı huzur olarak görüyorlar, çünkü Tanrı yanına geldiğinde (ya da içinde hissettiğinde) artık yalnız değil ve içi huzurla doluyor. '
ateistlerin içindeki korkunç boşluk' dedikleri de bu boşluk oluyor. Ancak ateistlerin çoğu zaten o boşluğu bu kadar dehşetle yaşamıyor sanırım. Olan da kendine başka yollar buluyor. İnanan için can yeleği, inanmayan için denizde ayağa bağlanan taş. Dinden bahsetmiyorum bu arada, o kısma girmedim. Sadece bir kavram olarak Tanrı'dan bahsediyorum.
Ben hala kararımı vermedim. Aslında durum biraz da 'Umrumda değil, ne yapayım yani' boyutunda, uçak korkusu dışında çok da aramıyorum, küçük aklıma yatmıyor. 'Akşam ne yemek yapmak lazım' daha dert edici bir soru bana. Tanrı inancıyla varlığını bağımsız görüyorum birbirinden. Tanrı varlığı-yokluğu beni rahatsız etmiyor. Kızgın, sitemkar, hayran ya da şükran dolu değilim. Tanrıyı huzur veya yük olarak görmüyorum; daha çok Joker gibi görüyorum. (Film olan değil, iskambil kartı olan) İhtiyaç anında kullanılan bir kart gibi geliyor. Daha çok "Mutlu ediyorsa inansınlar, negzel. Etmiyorsa da sallasınlar, ne gzel. Herkesin şeyine kimse karışamaz" modundayım.